Çubuk’ta ezana yürüyen saatler!
Sese uyandı; değme sanatkarlara taş çıkartan müezzin, Yaradan ne verdiyse esirgemiyor; “Avazeyi şu aleme Davud gibi sal; baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş!” beytini, ruhlara bir kez daha kazıyordu.
Ezan, bir çağrıydı; yeryüzü kayıtsız kalamaz; ezansız, saniye geçmezdi.
Bilal, Habeşli bir köle iken, vahyin çağrısına kulak vermiş; prangalarını kırmış; Kutlu Ev”de “insan” muamelesi görmüş, Resul`ün ilk müezzini bile olmuştu.
Afrika`da, Asya`da, Amerika`da; üç okyanus, altı kıta, yedi denizde; alnı siyah, yüreği ak olanlar; “Bilal gibi yaşasın!” diye “Bilal”de rekora koşuyorlar.
İlk günün heyecanıyla; Fas`tan Endonezya`ya, “yeryüzü korosu”na “Bilal yürekler” katılıyor; “kurtuluş kervanı”na “özgürlük tutkunları” gönül veriyordu.
Çocuktu; ezan için minareye yönelmesiyle, bastonlu adamın kovalaması bir oldu. Kovulan, çocuk kalbiydi; bir daha da doğrulmazdı. Önce camisini, sonra niyetini değiştirdi. Yıllar var ki kapısını açmadı.
Vebali boynuna!
Büyüdü; yıldızı yeniden barıştı; geçen yılların acısıyla, çıkmadık minare bırakmamaya kararlıydı.
Sivas`ın Meydan Cami`siyle Ali Paşa`nın müezzinleri, sırayla okurlar; çarşıda hayat durur;
“gönül teli ustaları”nın ”Yüreğinin götürdüğü yere git!” çağrısı, bulvarlardan varoşlara yankısını bulurdu. Caddeler dolar; şehir, secdeye doyardı.
Seksen sekiz`in Nisan`ı… Istanbul Fatih… Fetih Yurdu`nun kapısında…
Metin`in, “gün olur ki mertliğinin bir kahpe hınca uğradığı” kan kırmızı taşlara basarak, üçüncü kez geldiği Haliç tarafındaki kapıya, bir kez daha vurdu.
Rahmet, hız kesmeden yağıyor; “gemileri yakan adam”ın elindeki bavul, daha da ağırlaşıyordu.
Fındıkzade`deki evine, bir daha dönmemecesine veda etmiş, “ne zulmediniz; ne de zulme uğrayınız”ın pratiğini yaşamıştı.
Görevli, bir ona, bir de elindekine baktı: “Gel bakalım!”
Fatih`in, Akşemseddin`in terbiyesinden geçtiği mekan, beş yüz yıllık kutlu mirası, iliklerine kadar teneffüs ediyordu.
İslam coğrafyasından “düşünen beyinler” orada cem olmuş; dünya, bir binanın içine sığacak kadar küçülmüştü.
Fatih”in müezzini, yanı başındaki yirmi bir yaşında iki yiğide; Metin`e ve Mehmet”e, doyumsuz bir haz yaşatıyor;
“Allah, resul aşkıyla; yandım, bittim, kül oldum; öyle küçüldüm ki, sonunda “herkül” oldum!” Eyüp sırtlarından koroya ses katıyor,
Tek Parti`nin hazımsızlığını daha da iyi anlıyordu; “Ezan ana dilde okunsun!” diyenler, yine saflarda yoktu; maksat üzüm yemek değildi!
Şairler Sultanı`nın Eyüp`teki kabrinin ayak ucuna oturmuş; “Sağken seni görmek nasip olmadı; hizmetin büyük!” diyerek hakkını teslim etmiş;
Aborjinler`e ezan okuyan, Avustralya ormanında saf tutan “Yüzyılın Yesevisi”ne, “üç elhem bir fatiha” okuyup;
Kağıthane sırtlarına, gemilerin karadan yürütüldüğü “mucizeler semti”ne, nemli gözlerle bakıvermişti.
Renkler, diller, kültürler boyun eğmiş; ortak sese kulak vermişti.
Dünyevi kurumlar, insanları böldükçe bölmüş; partiler, sendikalar, dernekler, izm`ler… “kula kulluğu” dikte etmişti.
Bunalımdan rant umanlar “şeytanın avukatlığı”nı üstleniyorlar; “ortak çağrı” “Allah”ın ipi”ne davet ediyor;
Her yerde bölünen, ezanda hayat buluyordu.
Hala şoktaydı;
Çubuk`ta, bugün, ikindi ezanını kim okumuştu?
TARIK SEZAİ KARATEPE
Anteppress